4 Haziran 2015 Perşembe

Restorasyon Deneyimleri Sonrasında Korumacılığın Yeniden İrdelenmesi

Muğla merkez kazadaki mimari eserler arasında Selçuklu döneminden kalma tarihi yapılara ve kalıntılarına henüz rastlanmamıştır. Osmanlı döneminden de sadece bir hamam ve bir caminin kaldığı görülmektedir. Yapı sistemi gereği kubbe ile örtülü olan bu yapılar Şeyh Cami yanındaki Vakıflar Hamamı ve Kurşunlu Cami'dir. Ancak, bu yapılar da, l9. yüzyıl ve 20. yüzyıl'daki onarım ve yenilenmelerle asıllarından uzaklaştırılmıştır.

Muğla merkez kazası, 19. yüzyıl ilk çeyreğinden itibaren, yeni bir mimari tarzın etkisiyle büyük bir değişim geçirmeye başlamıştı. Bu yeni mimari akım, 18.yüzyıl ve 19. yüzyıl Avrupa'sının, antik yapılardaki mimari biçimleri ve süslemeleri yeniden kullanmasıyla oluşturulmuştu. Bu nedenle bu akıma ''neo klasik mimari''' denilmişti. Elbette, bu neo klasik mimari, uygulandığı bölgenin malzemesine, iklimine, coğrafyasına, uygulayıcısına, yaptıranın sosyo-ekonomik durumuna ve kültürel kimliğine göre de farklılıklar oluşturabiliyordu. Ayrıca, Batı kaynaklı bu yeni mimari akım, yerel mimari tarzlardan da etkilenmişti.

Bugün Muğla evleri olarak bildiğimiz eski evler, aslında kentin çok eski tarihinden beri gelen yerel mimarlık eserleri değildir. Osmanlı'nın 19. yüzyıldaki batılılaşma girişimleri, Anadolu'daki yerel mimarinin köklü bir şekilde değişmesine neden olmuştur. Elbette, bu değişim, mimariyle birlikte kültürde de olmuştu. Toplumun kültürü, sosyo-ekonomik seviye yükseldikçe, batı kültürünün etkisi altına girmişti. Muğla 19. yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren, batı kültüründen ilk olarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun kaybettiği topraklarından ve Kırım Hanlığı'ndan, kısmen batılılaşmış varlıklı insanların Muğla'ya göçleri nedeniyle, etkilenmeye başlamıştı. Bu varlıklı toprak ağaları, efendiler ve bunların emrindeki yardımcıları, beraberlerinde batı kültürüyle karışmış olarak Hazar kültürünü de getirmişlerdi.

Muğla merkezde, Hazar kültürünün en önemli izlerinden biri, yaz aylarında yaşamak için, ayrı bir yerleşime göç etme alışkanlığıdır. Ağalar, sayfiye gibi kullanılan bu serin ve sulak çayırlığa, Rum yapı ustalarına halkın "haney" dediği kiremit damlı, neo klasik mimarili konaklar yaptırmışlardı. Ağaların yardımcıları ise halkın "tahta dam" dediği küçük ve basit kulübelerde kalıyorlardı. Kentin zanaat işlerini yapan Rumlar bu yazlık yerleşime göçmüyorlardı; çünkü, kültürlerinde böyle bir alışkanlık yoktu. Ama, varlıklı Rum aileler sayfiyedeki konaklara davet edilirlerdi. Kentle arasında sadece üç kilometre olan "Karabağlar" denilen bu yerde, yaz boyu zevk içinde yaşayan ağalar ve aileleri, bir taraftan da hizmetçilerine ve toprak işçilerine, kış hazırlıkları da yaptırıyorlardı. Her ağanın ulu çınar ağaçlarının gölgelediği bir mevkisi vardı. Bu mevkilerde mescit, kahve, kasap, fırın, bakkal, su kuyusu, havuz ve eğlencelerin yapıldığı bir meydan da vardı. Mescit, hizmetliler içindi; çünkü, ağaların camiye gittiği görülmüş değildi... Ayrıca, ağalar, mescide bitişik kahveyi meyhane gibi kullanarak içkili ziyafetlerle eğlenceler de yaparlardı...

19. yüzyıl öncesinden kalan kiremit damlı, neo klasik mimarili bir konak kalıntısına, ne bu yazlık yerleşim yerinde, ne de kent merkezinde henüz rastlanmamıştır. 19. yüzyıl ilk çeyreğine kadar kent merkezindeki ve çevre köylerdeki yerel mimariler, tamamıyla halkın "toprak dam" dediği teras çatılı yapılar tarzındaydı. Varlıklı olmayan Türkler ve Rumlar bu toprak dam mimarili yapılarda yaşıyorlardı. 20. yüzyıl ortalarına kadar tek tük de olsa yaşayabilen bu toprak damlar, artık tamamıyla yok olmuştur. Ne yazık ki, yerel mimarinin son örnekleri olan bu birkaç toprak dam da yeteri kadar incelenemeden, röleveleri çıkarılmadan yok olmuştu. Muğla'nın "asar" denilen kalesi, bu teras çatılı mimari tarzdaki yapılarla çevriliydi. Kentsel sit alanında, bu yerel mimari plan tipine ait yapıların kalıntılarına toprak altında ve üstünde hala rastlanmaktadır. 19. yüzyıl ilk çeyreğinden sonra yapılan kiremit damlı ilk konaklardan da günümüze kadar, değişimler geçirmiş olsa da, çok azı gelebilmiştir. Bu ilk döneme ait konaklardaki nar ve yaprak işlemeli ahşap elemanlar, daha sonra yapılan yapılarda sıradan bir şekilde tekrar kullanılmıştır. 19. yüzyıl son çeyreğine doğru Hazar kültürü etkili mimari de, batılılaşma etkisiyle yok olmaya başlamıştır.

Şu anda, Muğla kentsel sit alanında, ne yerel mimarili bir yapı, ne de Hazar kültürü etkili bir mimari yapı kalmıştır. Günümüz Muğla'sındaki eski mimari yapılar, çoğunlukla 19. yüzyıl ortalarından sonra yapılmaya başlayan, batı etkisi altında kalmış mimari tarzlarla birlikte, günümüze yaklaştıkça yozlaşan mimari tarzlardan oluşmuştur. Bu yapıların uygulayıcıları 20. yüzyıl ilk çeyreğinden sonra Muğla'yı zorunlu bir göçle terk edince, mimari yozlaşma da başlamış olmuştu; çünkü, geride kalan Müslüman Türk halkı için yapıcılık ve dalları "günah" bir meslekti. Bu "günah" olayının arkasında toprak ağaları ve Osmanlı vardı; çünkü, zanaat sahibi bir toplumu karşılıksız kullanmak ve savaşa sürmek mümkün değildi.

20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar Muğla, batı etkili mimari yapılarla, adalar etkisindeki mavili beyazlı mimari yapılarla ve teras çatılı yerel mimarilerle oluşmuş olan bir kent görünümündeydi. 20. yüzyıl ilk çeyreği sonrasında da, önce adalar etkili görünüme neden olan renkler yok olmaya başlamıştı. Batılılaşma girişimlerinin yeniden başlamasıyla da yerel mimarinin son örnekleri olan teras çatılı yapıların yıkımlarına da iyice hız verilmiş ve yerlerine de, batılı mimari tarzlarda yığma- betonarme yapılar yapılmaya başlanmıştı. 19. yüzyıl ilk çeyreği sonrasından beri devam eden batılılaşma etkileri, artık yerel mimarinin kesin olarak sonunu getirmişti.

Asar Dağı tepesindeki düzlükte, arkeolojik kazılara başlanmıştır. Dağın tepesindeki düzlük alanda tarihin derinliklerine ait olduğu sanılan yapı kalıntıları bulunmaktadır. Kalıntıların, Helen ve Roma öncesi Anadolu Uygarlıkları dönemlerine kadar uzanması beklenmektedir. Ama, en fazla yüz seksen yıllık olan, geleneksel mimari doku, sanki, binlerce yıldan beri Asar Dağı eteklerindeymiş gibi algılanmaktadır; Oysa, bu durum, aydınlanma (batılılaşma) süreciyle ortaya çıkan, mimarlık tarihi korumacılığının, bu döneme denk gelmesinden başka bir şey değildi. Eğer, Anadolu, aydınlanma sürecine daha önce katılmış olsaydı; bugün, Muğla'nın daha iyi korunmuş bir "teras çatılı" yerel mimari dokusu olacaktı; Çünkü, bu yerel mimariyi restore etmek hem çok daha kolay, hem de çok daha ekonomikti. Elbette, çağdaş yapılar da, bu yerel mimariden daha iyi esinlenecekti; çünkü, bu yerel mimari, modern mimariye, çatısız, sade ve keskin yatay- düşey çizgileri nedeniyle daha uygun bir biçemdeydi.

Geleneksel yapıları olduğu gibi dondurarak korumaya çalışmak, arkeolog ve sanat tarihçi bilim adamlarıyla, serbest mimarları sürekli olarak karşı karşıya getirmektedir. Mimarlık, yaratıcılığı ve yenilikleri kullanarak yaşamın mutluluğuna ve sağlığına katkıda bulunmak ister. Bu çabalarla birlikte, yararlı ve estetik mimari yapılar da üretmeyi amaç edinmiştir. Ama, her üretilen eserin sonsuza kadar ayakta kalması gibi bir saplantıya da pek yakalanmaz, Geçmişteki her üretileni sürekli sorgulamak isteyen mimarlık, geleneksel yapıları eleştirel bir gözle yaklaşmayı da başarabilmiştir. Arkeoloji ve sanat tarihi, mimarlıkla sonuç olarak yakınlaşır; ancak, mimarlık yaratıcı ve devingen özelliği nedeniyle yaşamın sürekliliği açısından ayrı durur.

20. yüzyılın ortalarından itibaren mimari yapı üretiminde el işi terk edilmeye başlanmıştır. Makine üretimleri öncesinde, el işi gereği bir gelişi güzellik vardı. Planlama ve hesaplamalar yeteri kadar hassaslıkta yapılamadığı için, rastlantılarla varılan sonuçlardan kaçınmak mümkün olmuyordu. Zaten, eski evlerin doğal bir güzelliğe sahip olmalarının asıl nedenini bu zorunlu doğaçlamalarda aramak gerekir. Bütün doğal malzemeler insan eliyle ve el aletleriyle şekillendiriliyordu. Yetişebildiği yere kadar uzatarak boyutlar oluşturuyordu. Olanaklar yetersiz olduğu için olabildiğince tutumlu davranıyordu. Yapının taşıyıcı sisteminde kaba bir işçilikle, kaba malzemeler kullanıyordu; ancak, bu içteki kabalığı dıştaki ince işçiliğiyle saklamayı başarabiliyordu. Ne yazık ki, tehlike oluşturabilecek sağlıksız taşıyıcıları, gösterişli tavan ve saçak kaplamalarıyla saklamayı da göze alabiliyordu. İşte, tam bu nokta da toprak damlı yapılardan vazgeçmek istemeyen yerlileri anlamak kaçınılmaz oluyor. Bir çok yerli kızın gelinlik şartlarından biri de "illa da toprak dam" istekleriydi; Çünkü, sıcak-soğuk dengesi, taşıyıcı yapısının güven verici olması ve teras damın çok amaçlı kullanılması gibi olanakları vardı. Toprak damlı yerel yapıları da Rum ustalar yapıyordu; ancak, bu yapıların taşıyıcı sistemlerini gizlemek mümkün değildi; her şey ortadaydı. Bu nedenle doğru malzeme ve doğru teknik kullanmak kaçınılmaz oluyordu. Belki de, bu nedenle, toprak damlı yapılar depremlerden, fırtınalardan pek fazla etkilenmemişti.

20. yüzyılın ortalarından itibaren el işi yapı üretiminin terk edilmeye başlamasıyla, geleneksel yapı uygulayıcıları da el işi yetenekleriyle ve özgün detay bilgileriyle donanımlı çıraklar yetiştiremez olmuştu. Ancak, 20.yüzyıl son çeyreğine gelindiğinde de, bu eski evlerin restore edilerek korunması, yine batı etkisiyle istenmişti. Ama, o gün bu gündür yapılan restorasyon girişimlerinde, istenilen tat, hala alınamamıştır; çünkü, artık, her şeyin bir makinesi ve hazırı vardı. El işi ve el aleti ile şekil verme tamamen terk edilmişti. Makine ile şekillendirilen, motif açılan ahşaplar, kalıptan çıkmış gibiydi; sanki, kalıba beton, demir, plastik dökmüş gibi ahşap dökülmüştü. Yeni uygulayıcıların doğaçlama yetenekleri de olmadığı için yapılan yanlışlar da ve hatalı oranlar da kötü bir şekilde ortaya çıkıyordu; Restorasyon sonrasında da, asıl eserden çok uzakta, tanımsız bir yapı beliriveriyordu...

Arkeoloji ve sanat tarihi bilimi, yaşanarak kullanılmakta olan mimari yapıları dondurarak korumak gerektiğinden başka bir seçenek sunmakta zorlanıyor. Mimarlık bilimi ise insanın ihtiyaçlarını ve yapı, kent sağlığını asıl amaç olarak kabul ediyor. Ayrıca, mimarlık, kültürlerin değişimlere karşı duramayacağının da farkında olan bir bilim dalı özelliğine de sahiptir. Muğla'daki mimarlık tarihi yeteri kadar sorgulanmadan korunmaya çalışıldığı için, korumacılığın benimsenmesinde zorluklar yaşanmıştır. Mimarlık, artık bu sorgulamanın kaçınılmaz olduğunu işaret ediyor. Tescillenmiş olan eski mimari yapılar her geçen gün yıpranmaktadır. Tescillendiğinde sağlam, sağlıklı ve kullanılır olan yapılar, tescilden çeyrek yüzyıl sonra da harabe haline gelmiş yapı kalıntılarına dönüşmüştü. Ayakta kalmayı başarmış, ama terk edilmiş bazı yapılarda da, tahta kurusu gibi haşerelerin tekrar çoğaldığı gözlemlenmiştir. Ayrıca, bu eski yapılar yangınlara ve ahlak ölçülerini aşan, yaşam biçimlerine karşı da korunmasızdırlar. Bu geleneksel yapıların, son depremlerde, artık eskisi kadar depreme karşı dayanıklı olmadıkları da tespit edilmiştir, Çünkü, çatıların su almasıyla, ahşap kirişlerin, dikmelerin ve duvarları bağlayan ahşap hatılların, çürümeye başlaması, yapının taşıyıcı sistemini görev dışı bırakmıştır,

Günümüze kadar ulaşabilmiş, geleneksel el işiyle yapılmış olan mimari yapıları, yaşamın içinde, son haliyle dondurarak, tutmaya çalışmanın koşullarını oluşturmakta çok zorlanıimaktadır, Artık, mimarlık biliminin yeni yaklaşımlarından yeniden yararlanmak kaçınılmaz olmuştur; üstelik, yine batıya dönmek zorunda kalarak.,,

Toprak damlı ve kiremit damlı yapılar da ve de günümüzdeki apartmanlar da hep birbirinin tekrarıydı. Başka bir deyişle sürekli yaratıcılıktan uzaktılar. Ama, günümüzdeki yapı teknolojisi sürekli gelişerek değişiyor. Tıpkı, her yıl yenilenen araba modeli gibi, mimari yapı sistemleri de nerdeyse devamlı yenilenmeye çalışılıyor. Çünkü, yapı malzemeleri üreten firmalar rekabet halinde olduğu için, sürekli yeni olanaklar sağlayan yeni ürünler çıkarıyorlar, Bilgisayarın mimarlık ve mühendislik hizmetlerine girmesiyle, sağlıklı standartlaşmalara doğru da hızla ilerleniyor. Artık, amaç insanı daha fazla mutlu ve sağlıklı yapmaktır. Kültürlerin korunması adına insan hayatını karartmaya kalkmak, kültür kavramının yeniden sorgulanmasına neden olmaktadır. Çünkü, yasalarla korunmaya çalışılan mimari eserlerin toplumdaki yöneticilere ve varlıklı kesimlere ait olması, mimarlık tarihinin yeniden sorgulanmasını da başlatmıştır, Korunmaya değer gösterişli yapılar restore edildikçe, o yapıların sahiplerinin kimlikleri de tekrar gündeme gelmiştir. Yeni sorgulamalar, eser mi, yaptıran mı, yapanlar mı., daha önemli, tartışmalarına da neden olmuştur. Muğla evlerini yapan Rum ustalar Epir'den gelmişlerdi. En çok bilinen baş usta "Mimari Usta"dır. Aynı ustaya "Minareci Mihail ve "Kostantinoğlu Filvari Usta" da denilmiştir, Ağaların ve devletin yapı işlerini yapan bu usta, o zaman için, döneminin en modern mimarisi olarak kabul edilen batılılaşma etkili yapılarını yapmaya çalışmıştı, Toprak damları yıkarken ve yerlerine yeni mimarili yapıları yaparken, yerel kültürü kaybetme endişesi duymamıştı, Çünkü, Küçük Asya'nın tarım toplumundan, batının sanayi toplumuna dönüşülmek isteniyordu. Köylülükten ve göçerlikten kurtularak, Batılı kentliler gibi olmak için, batılılaşma kampanyaları başlatılmıştı, Toprak damlı camiler, hanlar, ağa konakları ve kamu yapıları, kiremit damlı neo klasik mimari yapılara dönüştürülmüştü. Bu yeni yapıların yapımında çalışan yapı ustaları ve miço denilen çamurcular da, toprak damlı evlerde yaşıyorlardı. Saburhane'nin Karşıyaka'sındaki bu evler, tek katlı, saçaksız, küçük odalı oldukları için, diğer toprak damlardaki gibi damı taşıyan orta direği olmayan; ama, plan tipi gereği diğer toprak damlardaki gibi ahşap direkli açık sofasında ocağı olan; civit mavisi ve kireç badana beyazı ile boyanmış halleriyle, adalar mimarisi çağrışımlıydılar; Çünkü, bu fakir mahallenin sakinleri, Rodos'tan gelmişlerdi. Bu küçük evlerin toprak damları da, 20. yüzyıl ortalarından itibaren, kiremitli damlara dönüştürülmüştü.

Zihni Derin modern alış veriş merkezinin bulunduğu yerde, Muğla'nın ilk ev içi tuvaleti olan ağa evi, Filvari ve Vasıl usta tarafından, modern bir konak anlamına gelebilecek bir şekilde yapılmıştı. Bu gün kültürel mirasımız olarak kabul ettiğimiz 19. yüzyıl ve 20. yüzyıl bası mimari yapılarını yapan mimari ustalar, öğünün en yeni mimari akımlarını yapmak istemişlerdi. Ama, ne yazık ki, mimarideki bu batılılaşma girişimleri, insan haklarına ve özgürlüklerine yansımamıştı. Ancak, bu tür sorgulamaları yaptırabilen aydınlanma süreci, kültür varlıklarımız olarak kabul ettiğimiz geleneksel Muğla evlerini, Muğla'daki ilk batılılaşma gayretlerinin izlerinden biri olarak kabul ettirmeyi de başarabilmişti.

Ertuğrul Aladağ (Yüksek Mimar-Restaratör)
Muğla Kent Tarihi Dergisi
Sayı:1, Sayfa: 8-9-10-11
Muğla Belediyesi Kültür Yayınları
Nisan 2005

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder