4 Haziran 2015 Perşembe

Eskimeyen Yüzler

Sen asıl onları bulmaya bak.
Eğer artık konuşamıyorsan Bari onları dinle
Dinlemek elinden gelmezse, düşün onları
Eğer artık onları da görmüyorsan
Gördüklerini anımsamaya çalış
Çok onlar

(Sun Axelsson
İsveçli Şair
Dünyadan adlı şiirinden)

Geçmişi yaratanlar, geleceği hazırlayanlardır. İşte bu bilinçle, hızla değişim gösteren günümüz dünyasında, kendimizi, içinde yaşadığımız toplumu daha etraflı ve doğru anlayabilmek, kapsamlı bir toplumsal perspektif kazanmak adına,geçmişe yaptığımız yolculuklardan birisini sîzlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşıyoruz.

Onlar akıp giden zamana tanıklık yaptılar. İşte onlardan birisi, Abidin Kayı ile birlikte yaptığımız yolcululuğu, bir dönemin anlatımını, onun kişisel yaşamı üzerinden, kendi sözleriyle aktarıyoruz.

ABİDİN KAYI

"Ben 1913 yılının Mayıs ayında Kastamonu'nun Daday kazasında babam orada hükümet tabibiyken doğmuşum.

Tahminen 1928-1930 yılları arasında bir tarihte babamın Muğla'ya Sağlık Müdürü olarak gelmesiyle Muğla ile olan münasebetimiz başlar. Babam aşağı yukarı 8 seneden fazla Muğla'da Sağlık Müdürlüğü yapmıştır.

Babam çok ciddi ve otoriter bir insandır. 6 kardeşiz. Aramızda birer ikişer yaş fark vardır. Dolayısıyla babamdan çekiniriz. Babam bize "Benim iki yüzüm var; dışarıdaki güler yüzüm ,evdeki ise ciddi yüzüm. Eve girerken dışarıdaki yüzümü bırakır eve farklı yüzle gelirim" derdi.

Muğla'dan evvel Zonguldak'ta idik.

Daha evvel de Artvin'deydik. Artvin'den Zonguldak'a tayin olduk.

Zonguldak'ta orta mektebe giderken yeni harflerin kabul edildiği yıl Muğla'ya tayinimiz çıktı. Orta mektebi Muğla'da tamamladım.

Ardından Fen okulunu, daha sonra Beşiktaş'taki Yıldız Teknik Okulu mühendislik bölümünü bitirdim. Sonra 1935 yılında Muğla Nafıa Müdürlüğüne teknik eleman olarak tayin edildim. Nafıa Müdürlüğünde iki branş vardır. Biri yapılar branşı, diğeri şose köprüler branşı. Beni Bakanlık şose köprüler branşına tayin etti.

1935-1949 yılları arasında 12 sene Nafıa Müdürlüğünde görev yaptım. 1937 senesinde eşimle Muğla'da evlendik. İki çocuğumuz oldu. Biri kız, birisi erkektir.

Çalışanlar arasında bölümlere ayrılma olmasına rağmen birbirimize yardım ederdik.

Küçüklükten beri tabiata baktığım zaman tabiatı değiştiren şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Bunun mühendislik kuvveti olduğunu düşündüm. Dünyayı dünya yapan mühendislerdir. Örneğin; Muğla'nın ihtiyacı nedir? Mesken. Bunu kim yapacak? Mühendisler yapacak. Mühendis olmayı kendim arzu ettim, kendim tayin ettim. Aile içinde beni bu mesleğe yönlendiren olmadı.

Baba Abidin olarak babamın benzeriyim. Biraz da otoriter ve sinirliyimdir. Müdürken memurlarımı sinirliliğimden dolayı üzmüşümdür. Durup dururken değil; ama muhakkak sinirlendiren bir şeyler olmuştur. Ama çevremde hep müspet hisler bırakmışımdır. Ve memurlarımın hakkını ve hukukunu da korumuşumdur.

Babam İstanköylü'dür. İstanköy'de okurken İstanköy'de idadi okulu yokmuş, Sakız adasına gitmişler. O zamanlar Sakız adası Osmanlı idaresindeymiş. İdadiyi orada okumuş. Sonra İstanbul'a gelmiş; tıbbiyeye girmiş; doktor olmuş. Yani demem o ki babamın babasının adı Abidin'miş; onun için benim adımı Abidin koymuş.

Anne tarafım Tuna boylarından. Rus'un bıçağından, kılıcından kaçmışlar. Normal bir muhaceret değil; kaçmışlar. Ruslar Ayastefanos'a kadar gelmişler. Önlerine çıkan Türkleri zorlamışlar. Mesela benim dedemin (annemin babası) soyadı Öztuna'dır.

Babamın eski Türk boyları ve Türkler hakkında çok geniş bilgisi vardı. Tabii biliyorsunuz Osmanlı İmparatorluğunu kuran Kayı boyudur. Yine Gökçe aşiretleri vardır; biliyorsunuz. Babam evvela bizim soyadımızı Gökçe koydu. Sonra bir şey olmuş bilmiyorum. Soyadı kanunu çıktığı zaman Muğla'daydık. Sonra babam Gökçe soyadını bırakmış. Babam Osmanlı tarihine meraklı. Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşunda belli başlı, hatta kurucusu olan Kayı aşiretinin adını almış.

Kayı boyuyla herhangi bir tarihsel bağlantımız yok. Sadece Kayı boyuna karşı duyulan bir sevginin ve saygının eseri.

Muğla Nafıa Müdürlüğünde çalıştığım zamanlar Türkiye'nin en fakir en çaresiz olduğu dönemlerdir. Savaştan çıkmış hasta olduğu dönemde Atatürk gibi reisicumhur idaresinde elde yok avuçta yok karınca kararınca ne yapılması gerekiyorsa yapılmıştır o dönemlerde. Biliyorsunuz Amerika'dan imkanlar sağlanmıştır; Menderes zamanında. Bu imkanlarla büyük projelere imza atılmıştır. Fakat ondan evvelki yıllarda öyle büyük projeler yok. Muğla'yı düşünelim. Benim hizmet yaptığım 12 yıl içerisinde arz edeceğim, iftiharla söyleyebileceğim büyük bir proje yok. Neler var, o zamanlar için büyük olan. O zamanlar için mesela bugünkü değil eski Muğla Denizli yolunun açılması. Saburhane'den kayalıklardan Yılanlı gediğine çıkın sonra aşağı inin Akçay'a kadar bu yolları sınıra kadar (il sınırı) biz açtık. Nasıl açtık. Böyle büyük para tahsisi yok. Tahsis şudur o dönemlerde. O dönemde köy yollarında ve aynı zamanda devlet yollarında çalışılması için bir kanun vardı. Bu kanuna göre açıldı. Bu kanun neydi? Bu kanun her vatandaşa yalnız köylülere değil, yılda 8 gün yollarda meccanen çalışmak mecburiyeti getirmişti. Bu mecburiyetle yollara bu şekilde ameleler tahsis edebiliyordunuz. Yollar amele gücüyle açılabiliyordu. 8 gün karşılığı para öderseniz, çalışmaktan muaf tutuluyordunuz. Amele yevmiyesi kaç liradır tespit edilir Belediyece; bu sekizle çarpılır, bu rakam yol parası olur. Bu yol parasını ödeyenler yola gitmez, ödemeyenler yola gider. Şimdi ben şehirlerden olanların yol parasını ödeyemeyip yolda çalıştığını görmedim. Çalışanlar hep köylülerdi. Çünkü o zamanlar köylüler yol parasını ödeyemedikleri için bunu bedenen karşılıyorlardı. Buda köylülere bir hayli pahalıya mal oluyordu. Nasıl pahalıya mal oluyordu? Köylü listeleri yapılıyordu. Bu köylülere filan tarihte filan yerde olacaksınız deniyordu. O köyün muhtarı başında olmak üzere, daha önce şantiye kurulurdu, köylüler yanınıza geliyordu. Yaklaşık 40 kişi. Biz iş yerini hazırlamışızdır; güzergah tayin etmişizdir. Biliyoruz ki 30- 40 kişi gelecek; şu kazıktan şu kazığa kadar şu kadar kişi diye tespitler yapıyoruz. Ve çalışmalarının bitiminden sonra köylülere mükellefiyetin bittiğine dair teskere verirdik. Köylüler yiyeceklerini, içeceklerini yanlarında getirirler; biz bunlara yalnız çadır veririz. Tabii bize yukarıdan bir aylık iş vereceksiniz diyorlardı. Biz yapacağı mesafeyi tespit ediyor; mükellefiyetin şudur ister iki günde bitir teskereyi al git diyorduk. Tabi ki sekiz gün içerisinde de bitiremiyordu. Adam sekiz günlük erzak getirmiş yanında. Tabii erzak bitiyordu. Erzağı bitenler kendi aralarından bir kişiyi seçerler, seçilen kişi eşekle erzakları alır getirir ve işlerine devam ederler.

Bunlar Vali Recai Güreli zamanında oluyor. Recai Güreli Allah rahmet eylesin, başkaları ne der bilmiyorum, onun kadar çalışkan bir insan görmedim. Bu işleri yapmasının tek nedeni, adamın yerinde duramaması. Normalde ne yapar vali? Para gelmedi mi, bu işi yapamam der geçer. O zamanlar para yok, bir şey yok. Elinde sadece yol mükellefiyetin var. Bunu kullanıyorsunuz. Başka imkanınız yok. Yolunuz da yok. Yolu olmayan bir memleketiz.

Mesela siz hatırlamazsınız. Kurşunlu cami merkezi bir camidir. Bu camide bir topçu bataryası dururdu, o yıllarda. Ve Kurşunlu cami ile valilik arasında terkedilmiş bir mezarlık vardı. Bomboştu, hiçbir şey yoktu.Ve orada askerler talim yapardı. Savaştan çıkmış memleket, askerleri terhis edemezsin . Peki bu orduyu nerede barındıracaksın? Kışla yok bir şey yok. Camiye koymuştur. Ben biliyorum bir çok cami ve mescit bu şekildeydi. Sonra kışlalar yapıldı. Şu an oralar park biliyorsunuz. Kışlalar yapıldıkça hemen tahliye edildi camiler. Ve tekrar ibadete açıldı buralar. Biz o kadar yoksulduk yani.

Tabii Muğla Denizli yolunun dışında da pek çok şey yapıldı. Mesela Marmaris Datça yolu. Belli başlı bir iştir. 87 km'dir. Yine mükellef amelelerle yapılmıştır, Recai Bey zamanında. İzmir'in isim yapmış, çok çalışkan Kazım Dirik adında bir valisi var o zamanlar. Kazım Dirik İzmir Valisi iken Recai Beyde jandarma yüzbaşısıymış. Kazım Dirik'ten çok şeyler öğrenmiş. Kazım Dirik'le beraberken kaymakamlığa geçmiş, ardından Muğla Valisi olmuş. Geldiğinde elinde okul projeleri vardı. Bunlar nasıl projelerdi anlatayım. Bugün Ula'nın girişinde sağ tarafta ilk yapılan okul, Recai Bey'in planına göre yapılmıştır. O plan iki katlıdır ama o zamanki imkanlara göre bir kat olarak yapılmıştır. Bu okul U şeklindedir ve tam ortasında bir salon vardır; bunu da ilave ederseniz tam E şeklinde olur. O ortadaki salon müsamere salonudur. Diğer kalan yerlerde sınıflardır. Bu birinci okuldur.

İkincisi Köyceğiz'de yapılmıştır. Köyceğiz'e girerken sağ kolda yapılmıştır. Ve de üçüncüsü Marmaris'e girerken sol tarafta iki katlı bir okul vardır; ilkokuldur. Orası da Recai Beyin planına göre yapılmıştır. İşte bunlar o zamanların kalbur üstü eserleridir, binalarıdır. Bu okul çalışmalarında bizzat ben de vardım.

Beni bir gün Recai Bey çağırdı. Dedi ki " Abidin, Köyceğiz ilkokulunun duvarlarını bitirdik." Benim bundan haberim yok tabi ki. Kaymakama talimat vermiş; köylerden kum, taş getirilmiş, kireç yakılmış. Yığma inşaatı yapılmış, betonarmeyle bir alakası yok. Şimdi üstü kapanacak onun, beton dökülecek. Vali dedi ki " Üstünü sen kapatıver". Koca okul, gözünüzün önüne getirin okulu. "Peki beyefendi, bunun demirini, çimentosunu nereden temin edeceğim", dedim. Dedi ki “ Kökçülerin Osman Efendi var. Onun saat kulesinin karşı tarafında dükkanı vardır. Ona benden selam söyle, ihtiyacın kadar demir çimentoyu ondan alıver." " Peki kereste" dedim." Biz onları köylülere biçtirdik. Onlar 70 yerde hazır." Dedi.

Ondan sonra ben gittim Osman Efendi'ye böyle şöyle şeyler yapacağız; Valinin emri, sana selamı var. Bana istediğim kadar demir, çimento vereceksin. Hay hay dedi.

Aldım, Köyceğiz'e gittim. Merak ettim bu okulun temeli nasıldır diye. Bunun üstüne bir betonarme yapacağız; yük binecek, bu ağırlığa tahammül edecek mi, edemeyecek mi?, bunu anlamam lazım
dedim. Tuttum yapılan inşaatın köşesini ameleye kazdırdım. Bir baktım temel su içinde. Ve temel taşlarının içinde harç kalmamış. Sonra ne yapayım dedim; koca okulun temelini hem dıştan hem içten çember altına almak suretiyle kalıpları çakıldı, betonu döküldü. Tabii böyle, bu şekilde tamamlandı. O şartlar altında bundan daha iyisi yapılamazdı.

Recai Bey yalnız yollara değil her konuya el atmıştır.

Mesela hayvancılık. Damızlık hayvanlar getirmiştir. İnek neslinin ıslahı için özel olarak halkı teşvik etmiştir. Bu şekilde sığırcılığa büyük hizmet etmiştir. Cins hayvan yetiştirmek ve daha fazla verim almak için hemen o zamanlar ağırlığını koymuştur. Yani tasavvur halde değildir, fiiliyata geçmiştir.

İkincisi tavukçuluk. Dünyaca tanınmış tavuk yumurtaları, tavukları getirmiştir. Köylere kümesler yaptırmıştır. Bu kümeslerde yeni nesil tavuklar yetiştirilmeye başlanmıştır. Mesela bir hatıramı anlatayım. Vali Bey gittikten sonra o kümesler terk edildi. Bir harita yüzbaşısı bu kümeslerden birini yazıhane olarak kullandı. Bu kümesler büyük bir oda büyüklüğünde. Çadırda kalmaktansa burası daha iyidir diye düşünmüş orada harita çalışmalarını yapmıştır. Yani o kadar büyük kümeslerdir. Vali Bey her köye kümes yapımını mecbur etmiştir. Tavuk neslini ıslah etmiştir.

Arıcılığa el atmıştır. Biliyorsunuz eskiden kovanlar genişçe bir ağacın içinin oyulmasıyla yapılırdı. Bir tarafına kapak yaparlar, diğer tarafı kapalıdır. Arı onun içerisine bal yapar. En iptidai şekildedir. Bugün hala kullanılmakta olan fenni arı kovanlarını yaptırmıştır. Ve her köye icbar etmiştir.

Mesela turizm konusunda. Datça'ya gitmiştir. Biliyorsunuz Datça'nın bir burnu vardır. O burunda biz bina yaptık. Bu neydi biliyor musunuz, oteldi. Otel olarak yaptık. Bakın o zamanlar Vali Bey buraların turizme açılabileceğini ve otele ihtiyaç olduğu fikrini benimsemiş ve oraya otel yaptırmıştır. O zamanlar bugünü görebilmiştir.

Cumhuriyet Meydanını biz yaptık. Biz burada dokuz tane teknik elemandık. Bu meydanın yapılması da yine Recai Beyin emridir. Recai Bey Muğla'ya gelmeden önce Muğla'nın bir imar planı vardı. Ama bu plan çok ilkeldi. Yani ana fikri yoktu. Yani planın kabili tatbik olması lazım. Biz evvela uygulamaya o meydanı koyduk. Şu an Marmaris'e giden kol üzeri bütünüyle mezarlıktı. Bu mezarlığın arasında şöyle üç metre genişliğinde bir yol vardı. Bu yoldan Fethiye istikametine ve yayla istikametine giderdiniz. Bu yol böyle bir yoldu; mezarlıkların içinden geçen. Recai Bey kendi imar planına göre ilan etti; bu yolu açacağız diye. Kazıkları çaktık. Bu yol açıldığı takdirde sınırlarının nereler olacağı tespiti yapıldı.

Vali Bey halka hitaben filan tarihe kadar herkes mezarını nakletsin dedi. Pek çok insan buna ihtimal vermedi ve kimse mezarını kaldırmadı. O gün geldi ameleler kondu. İnsanlar bu işin şakası olmadığını anladı ve mezarlarını naklettiler. Ve o şekilde o cadde açıldı.

Esasında meydanın yapılması belediye hizmeti olması gerekirdi. Ama belediyenin elemanı yok, imkanları yoktu. Bunların hepsini o zamanlar Nafıa Müdürlüğü yapmıştır. O dönemde Belediye
Başkanı İskender Alper'di. Bu şekilde imar planına göre meydan yapıldı. Heykeli yine Vali Bey bizzat meşgul olarak kaidesi ve heykelinin projesi ilgililerle temas kurulup, kararlaştırılarak yaptırılmıştır. Ve heykelin kaidesinin taşları Bodrum Kalesinden gelmiştir. Bodrum Kalesi içinde bir ocak açılmıştır. Özel bir taştır o. O taşlar cilalanmak suretiyle kaide oluşturulmuştur.

Bugünkü meydanda okul olarak kullanılan bina Halk Evi olarak inşa edilmiştir. Başlangıçta iki katlıdır. Sonradan bir kat ilave edilmiştir. O zamanların dev tesisleri bunlar. Muğla Hükümet Konağı o zamanlara göre dev tesis. Hakikaten Recai Bey eldeki mevcut imkanları genişleterek, risk alarak bunları yapmıştır.

Muğla'dayken bir ara geçici görevle Siirt-Bitlis yolunda çalıştım. Bu paralı amelelerle mütahitlerle yapılan bir işti.Oradaki görevim yapılmakta olan yolun kontrol mühendisliğini yapmaktı. Hem yeni açılacak yolun etüdünü yapmak hem de yapılan yolun kontrolünü yapmaktı.

Muğla'dan İzmit'e tayin oldum. İzmit'teyken bir ara geçici görevle Mersin Karayolları 5. Bölge Müdürlüğüne tayin ettiler. Narlı Haydarlı diye bir yol vardı. İskenderun'dan Erzurum'a giden ana bir yoldu. Nato yolu olarak ta adlandırılıyordu. Amerikalılar bize imkan sağlıyorlardı, bu yolun yapılması için. Eğer Erzurum'da bir cephe açılsaydı, oraya İskenderun'dan erzak, cephane yollanması amacıyla yapılan bir yoldu.

Çokta ehemmiyet veriyorlardı. Bu 40 kilometrelik yolun üzerindeki sanat yapılarını ; yani köprülerini, merkezlerini ben yaptım.

Sonra esas görev yerim İzmit'e döndüm. İzmit'ten Kırşehir'e 1953-54 yılları arasında bir tarihte Bayındırlık Müdürü olarak tayin edildim. Kırşehir'de bir sene kaldım kalmadım Kırşehir vilayetken kaza oldu. Kırşehir kaza olduktan sonra bu sefer müdür olarak Muğla'ya geldim. O zamanki Muğla Valisi Esat Kaya Ayman'dı. Aşağı yukarı Muğla'da 4 sene müdürlük yaptım.

O zamanlar asli maaş diye tabir edilirdi. Benim asli maaşım 70 liraydı. 60 lira da ek kadro yollardı bakanlık. Ben onun 2/3'ünü alırdım. Menderes başbakan olduktan sonra Amerikalılardan yardım alındı, müthiş yol inşaatlarına başlandı. Bakanlığın işleri fevkalade arttı. İhaleler arttı. Mütahitler bu durum karşısında Bayındırlık Bakanlığında çalışan mühendislere el attı. Maaşlarının iki mislini teklif ederlerdi. Kendi bünyelerinde çalıştırmaya başladılar. Bakanlık eleman bulamaz hale geldi. Bakanlık elindeki elemanları tutmak için bir kararnameyle yevmiye sistemini getirdi. Arzuladığımız takdirde kadrodan yevmiyeye geçebilecektik. Tabiatıyla herkes yevmiyeye geçti. Bende o zamanların parasıyla günlük 68 lira yevmiyeye geçtim. Bakanlık yevmiyemizi yardım olarak Özel İdareye gönderiyordu; Özel İdare bütçesine bu parayı gelir olarak kaydediyor, parayı alabilmek içinde daimi encümenden karar alınması gerekiyordu. Sistem bu şekildeydi.

Daha önce kendisiyle çalıştığım Mersin Karayolları 5. Bölge Müdürü, Denizliliydi. Denizli'den milletvekili olmuş aynı şekilde Kırşehir'de birlikte çalıştığım vali muavini, şarktan sonra Denizli valisi olmuş. Beni Denizli'ye müdür olarak istediklerini belirttiler. Tayin emrimi Ankara'dan kendim aldım ve böylece Denizli'deki müdürlük hayatım başladı.Ondan sonra 27 Mayıs ihtilalinden sonra Kars'a tayin edildim. Kars'a gitmeden, Aydın'a tayin oldum. Aydın'da 4 yıl kaldım. Aydın'dan sonra tekrar Denizli'ye tayin edilip, 1972 yılında oradan emekli oldum.

Emekli olduktan sonra Aydın'a gittim. İçimde niye Aydın'a geldim, niye Muğla'ya gitmedim diye bir dürtü başladı. Oğlum Muğla'da evlendi, kızımda Muğla'da evlendi. Bu arada kızım da oğlum da niye Aydın'da oturuyorsunuz, niye Muğla'ya gelmiyorsunuz diye sorarlardı. Eşim Muğlalı olmasına rağmen çok zor getirdim Muğla'ya. Ben Muğlalı değilim ama Muğla'da doğmuş büyümüş birisi kadar Muğlalıyım.

Mesela Muğla ile ilgili olarak yaylayı unutamıyorum, irimlerini (yayla yolları) unutamıyorum. Yaylada her şey tabiiydi, bakıyorsunuz asırlık çınarlar var, onlar her gün sulanırdı. Gölgelerine hasır sererler, üzerlerine minder atılır. Mesela Mehmet Ağa vardı; buranın eski zenginlerinden. Pijama yok, pijama yerine entari giyerdi. Atı vardı, atıyla yaylaya gelir ve tekrar atıyla Muğla'ya dönerdi. Yaşlılar gelir oturur. Okkalı kahveleri gelir, sapsız fincanlarında. Yaşlılar sabahın erken saatlerinde hem kahvelerini içerler hem de sohbet ederlerdi. Gençler ayrı yerde otururlar; onların yeri ayrıdır. 8-10 kişi birleşir büryan yaparlar, büryanı tuğlayla örülmüş bir kuyuda yaparlar. İçine ateş yakarlar. İyice yanmasını ve kızmasını beklerler ateşin. Bir oğlak olur, başka şey yenmez, başka bir şeyle yapılmaz, Ama oğlaklar karaağaçların yaprağıyla beslenmiştir. Oğlak kesilir; bir çatal var ayaklarına takıyorlar; kuyunun üzerinde bir demir var. Kuyunun dibine büyük bir güveç koyuyorlar; güvecin içine pirinç koyuyorlar. Oğlağı da ayaklarındaki çengelle kuyunun üstündeki demirden sallandırıyorlar. Saçtan bir kapakla kuyunun üstünü kapıyorlar; kapağın kenarlarını çamurla sıvıyorlar. Pişiyor; oğlağın suyu ve yağı o güvecin içine akıyor ve pirinç o yağ ve suyla pişiyor. O zamanlar Keyfoturağında ve Ayvalı kahvelerinde yapılanlar meşhurdu. Oğlak çıktığında gençler hemen böbreklerine saldırırlardı, Kim kapacak bakalım diye aralarında böyle eğlenmek için bir yarış vardı, Tabii böbreği sıcak oğlaktan alabilmekte bir meseleydi. Büryanla birlikte rakı içilir. İçilince tabii neşeleri de artar, şarkılar türküler söylenir, oyunlar oynanır. Gençler bir tarafta eğlenirken, yaşlılar oturur kahvelerini içer entarileriyle minderlerinde otururlardı. Yaylada daha çok Keyfoturağında pehlivan güreşleri yapılırdı. Bizim orta mektepte Nuri Hocamız vardı; tabiat hocasıydı. O güreşlere çok meraklıydı ve güreşlerde hakemlik yapardı.

Muğlalı şimdi bilmiyorum tabii ki o zamanlar tasarrufa çok riayet ederlerdi. Yaylada herkesin bir yurdu vardı. Hatta yurdu olmayana pek kızda vermezlerdi. Zenginin de fakirin de yurdu vardı. Zenginin ki 8- 10 dönüm, fakirin ki 1 dönüm civarlarındaydı. Hemen hemen yurdu olamayan insan pek nadirdi Muğla'da. Ve her yurdun bir bahçesi vardı. Herkes kendi imkanına göre ürün yetiştirirdi. Muğlalılar biraz kendi kabuğuna çekilmiş insanlardır. Çevresiyle pek meşgul olmazlar. Yani eski Muğlalılardan bahsediyorum. Ticarette atılgan sayılmazlar. Daima kendilerini sağlama alırlar. Muğla'da çok şey değişti muhakkak. Giyimden bahsedeyim. Kadınlar bugünkü gibi muntazam giyinirlerdi; ama o zamanlar hepsinde başörtüsü vardı. Bu başörtüleri hep siyah olurdu. Bunlara bürüntü denirdi. Dışarıdan gelenler bu durumu garip karşılar, baştan aşağısı medeni, başı bu şekilde diye şaşırırlardı, Burüntüsüz sokağa çıkmazlardı. Yayla Muğla'daki tasarruf anlayışının bir neticesi, tasarruf etmeye mecburdular. Çünkü Muğla'nın fazla geliri yoktu.

Yaylada kışa hazırlık amacıyla domates salçası yapılır, börülce kurutulur, yani lüzum olabilecek erzağını orada yapar, hayvan yetiştirir. Ekseriyetle küçükbaş hayvanlar. Yaylada karaağaçlar meşhurdu. Bu ağaçların yapraklarıyla beslenen hayvanların etleri çok leziz olurdu. Yayladan merkeze göç zamanı geldiğinde bu hayvanlar kesilir ve kavurma yapılırdı. Merkeze dönerken bunları küpe deperler ve yanlarında getirirler. Yanında getirdiklerini bir dahaki göç zamanına kadar idareyle kullanırlar, o kavurmalar yaza kadar idare ettirilirdi. Eve taze et girmezdi, bu kavurmalar yenirdi. Mesela kışın pırasa pişecek küpten bir kaşık kavurma alınır içine konurdu. Mesela tarhana çorbası yapacak yine lezzet versin diye kavurmadan bir kaşık koyarlardı. Ve pek et yemezlerdi Muğlalılar. Babama sorarlardı, rahatsız olanlar, "Ya doktor hiç sen et perhizi vermiyorsun", babam da "Muğlalılar zaten et perhizi yapıyorlar" derdi onlara. Bu bahsettiğim zamanlar tütün pek revaçta değildi. Sonradan değer gördü ve dikimi yaygınlaştı.

Onur Alp ERSOY
Halk Bilimci

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder