10 Nisan 2015 Cuma

Geçmiş İle Geleceğin Gölgesinde, Muğla…

Dağların arasında, saklı, öylece sessiz sakin uzanmış yatıyor olmasından mı bilmem insana huzur veren bir şehirdir Muğla.

Gözleri parlayan neşeli bir çocuk yüzü gibi masum ve sevimli, gelinliğini giymiş bir genç kız gibi nazlı ve davetkârdır.

Kristal bir vazo misali sunulan modernite, içindeki rengârenk çiçekleriyle ve ışıltılı bir vitrini andıran yerleşim dokusu, paha biçilmez mücevherleriyle, büyüleyici bir atmosferdir. Madde ile ruhun, eski ile yeninin estetik terkibi olan ve derin bir mana ihtiva eden Muğla, tabii bir açık hava müzesidir. 

Muğla ortaçağdan kalma antika bir tablodur. Derin kültür ve yüksek bir sanat anlayışı ile değerlendirildiği takdirde, geçmiş zamanların (eski çağların) kirlenmemiş o taptaze havasının antik kokusu bir yaz esintisi gibi insan ruhunu ferahlatır, dinlendirir. Türk kültür ve medeniyetinin en güzel örneklerini bir ana gibi kucaklayıp muhafaza etmesi sebebiyle, muhayyilede bir ebedilik hissi, yücelme, arınma, milli bir kimlik, özgüven ve aitlik duygusu yaşatır insana…

Mevcut yerleşim alanı içinde yer alan tarihi mekânlar, kent içinde adeta gizlenmiştir. Yeniçağda eski devirlerin ruhunu yaşatıp o eski havayı teneffüse imkân verecek güzelliklerinin başında “ARASTA” gelir. Kente özgü sivil mimarinin en güzel örneklerini barındıran Arasta bir zamanlar, daracık sokaklarda yan yana küçük dükkânlar içinde günümüzde unutulmaya yüz tutmuş geleneksel meslek grubu mensupları olan demircilerin, bakırcıların, kalaycıların, mıhçıların, nalburiyecilerin, saraçların, kunduracıların, terzilerin, semercilerin, dokumacıların, keçecilerin, ayrıca kolonyacıların, kuşçuların ve müzisyenlerin mekânıymış. Bir bakıma şehrin ticaret ve zanaat merkezi, Muğla'nın eski zamanlardaki esnaf okuluymuş. Ahilik geleneği gereği bu okullardan geçmeden, usta yanında pişmeden yamaklar çırak, çıraklar kalfa, kalfalar da usta olamazmış. 

Bir zamanlar bu sıcacık sokaklarda, sabah namazı kılınıp, daha gün doğmadan, kebaplar yenilir, Bismillah ile kepenkler açılır, siftahlar yapılır, keyifli sohbet ve gülüşmelerle kahveler içilirmiş. Eskilerin söylediği üzere, burada ‘tavuğu tüneğinden düşüren kolonya’lar yapılırmış. Bugün itibariyle artık tatlı bir hayal olan özlediğimiz geleneksel yaşantının canlı tanığı tarihi pazar Arasta, kendine özgü dokusu ve özgün mimarisiyle hala ayakta kalmak için direnen meslek erbaplarının faaliyetleriyle mistik havasını muhafaza ederek kendisini ziyarete gelen konuklarını vakur bir ev sahibi gibi ağırlamaya devam etmektedir.
Arasta… Ateşte dövülen demir kokar. Örse vurulan çekiç kokar. Yapılan semer, dikilen kumaş, işlenen deri kokar. Meşhur Muğla kebabının buharı, ızgara köftesinin cızırtıları kokar. Berberlerinden sabun kokar. Burası alın teri ve el emeği kokar. Tarih kokar. Dört yanı, Selçuklu mimarisine has inşa edilmiş seçkin birer sanat eseri olan camileri ile Arasta adeta kutsal bir koruma altındadır. Güneyinde Kurşunlu Camii (1493) olmak üzere, Ulu Camii (1334), Pazar Camii (1842) ile Şeyh Bedrettin tarafından yaptırılan Şeyh Cami (1465) bir daire şeklinde Arasta’nın etrafında yer alır. 

Bu dairenin merkez noktasında bir abide gibi, mağrur “Şadırvan” bulunur. Şehrin ilk belediye başkanı Hacıkadı Süleyman Efendi’nin seher ve iftar saatini halka duyurmak için 1885'te Rum yapı ustası Filvari'ye inşa ettirdiği büyük çan saati ''Saatli Kule'' ise hemen yanı başında bu muhteşem dekoru tamamlar. 14.yüzyıldan kalma Menteşe Beyi İbrahim Bey tarafından yaptırılan ''Vakıf Hamamı'' asırlardır, düğünlerden önce gelinlerin, damatların yıkandığı, bayram arifelerinde neşeli sohbet ve gülüşmelerle insanların arındığı, Türk kültür ve medeniyetinin bir geleneğinin hala devam ettirildiği bir mekân olup o da Arasta’da adeta 14. yüzyılda dondurulmuş gibidir. Ziyaretçilerini zamanda yolculuğa çıkarıp büyüleyen hamam geometrik düzeniyle hayranlık uyandırır.
Tarihi pazarın (Arasta'nın) bu büyülü atmosferi ve çehresi karşısında manevi bir coşku duymamak mümkün değildir. Artık geri gelmeyecek olan zamanın saflığını, temizliğini böylesine kulağımıza fısıldarken, insan ruhuna tesir eden mimarisiyle bu eşsiz miras ve otantik manzara, elbette ecdadın yaşam algısının ve bedii zevkinin günümüze uzanan bir gölgesidir ve bu gölge güvenli bir sığınaktır.
Kent merkezinin görülmeye değer bir diğer güzelliği “Eski Muğla” olarak tabir edilen Hamamönü, Tabakhane, Sekibaşı, Asar ve Saburhane yerleşimlerinde rastlayabileceğimiz, daracık sokaklardaki yöresel “Muğla evleri” kentsel sit alanı içinde özgün bir konut mimarisidir. İnsanın tabiatla, iklimle ve mekânla olan ilişkisinin insana has, özel bir terkibidir bu evler. Biri diğerinin manzarasını kapatmayan, bembeyaz badanalı, genellikle iki katlı, avlu duvarıyla sarmalanmış evlere yuvarlak kemerli, çatılı ve çift taraflı açılabilen yekpare ahşap işlemeli “Kuzulu Kapı”lardan girilir. Avlular, saksılarda büyütülen alyanak, begonya, melisa, canan, renk renk ortanca, gül ve fesleğenler ile bezelidir. Evler “Önlük” denilen ‘hayat’a açılır. Odalarda yer alan ve insana hizmet eden her türlü ayrıntı ince bir düşüncenin ürünüdür. Görsel birer güzellik teşkil eden yüklük, döşeklik, kandillik ve çiçeklikler ile ocak başları her biri ayrı ayrı fonksiyonu yerine getiren teferruatlardır. Gerek bu bölümler gerekse de göbekli tavanlar ahşap işçiliğinin estetik bir ifadesidir. Genellikle ahşap merdivenlerle çıkılan üst katlardaki odaların ön yüzleri köşk veya cumba ile avluya ya da sokağa açılır. Hemen her evin en az bir odasında bulunan “Ocak” tabir edilen yerde odunlar tutuşturularak hem ısınılır hem de açılan yufkalardan ve evde yoğrulan hamurdan “El ekmekleri” pişirilir. Ocağın yanıbaşında genellikle kubbe biçiminde daracık bir hamam bulunur.
Eski Muğla evlerinin üstü, kırmızı kiremitli, oluklu, “Kuşkuyruğu” adı verilen kırma çatı ile kaplıdır. Çatı saçakları ince bir ahşap işlemeciliği ile daha bir güzelleştirilmiştir. Çatıda kırmızı kiremitli, kendine özgü şapkası ile kapatılmış orijinal “Muğla Bacası” bir sembol haline gelmiştir. Bembeyaz badanalı bu daracık sokaklardaki beyaza bürünmüş evlerde hala cumbalardan birbirine seslenen yaşlı nineleri duyar gibi oluyor insan, sanki avludaki radyodan yükselen ince bir musiki çiçek kokularına karışarak kulağınızda yankılanıyor… 

Neşeli insan sesleri çay bardağı şıngırtılarına veya mutfaklardan yükselen yemek kokularına karışarak semaya yükseliyor… Bu evlerde yaşayan ve sokağında oyunlar oynayan ter içindeki pembe yüzlü çocukların ellerinde hala leblebi tozu, horoz şekeri, misket veya gazoz kapakları, telden arabalar, lastik tekerlekler görebilme ihtimali bugün bile var. Buralarda insanlar karşı karşıya değil yan yana. Komşuluk hukuku sıcacık sürdürülüyor. Ramazan ayı ve bayramlar neşe içinde geçiriliyor, sevinçler kadar üzüntüler de paylaşılıyor, mevlitler, düğünler el ele verilerek yapılıyor, sonbaharda tarhanalar birlikte kaynatılıyor, pekmezler beraberce şıra ediliyor. Hâsılı geleneksel yaşantımız ve alışkanlıklarımız Eski Muğla’da eskisi kadar canlı olmasa da hala devam etmekte. Bu evlerden herhangi birinin kapısını çalarsanız bir bardak demli çay veya köpüklü bir fincan kahve tereddütsüz ikram ediliyor…
“Eski Muğla”daki Saburhane Meydanı ile Saburhane yerleşkesindeki “Rum Evleri” kente ayrı bir güzellik ve kültürel zenginlik katmaktadır. 1800’lü yılların başlarında Osmanlı Devleti'nin kaybettiği topraklardan, özellikle de Girit'ten, Rodos'tan, Balkanlar'dan ve Kırım'dan Anadolu'ya ve Muğla'ya dönen varlıklı kişiler yanlarında Rum ustalar getirmişler ve onlara evler inşa ettirmişler. Bir süre sonra Rum ustaların telkinleri ile değirmenci, terzi, doktor ve eczacı, fırıncı, hamamcı, marangoz gibi diğer mesleklerden çok sayıda Rum yöreye gelerek Saburhane'de kendi kültür ve medeniyet anlayışlarını yansıtan kesme taş yapıdan evler yapmışlar. Yöresel Muğla Evleri ile iç içe, bir kısmı hala ayakta olan Rum Evleri’nin ana yapıyı oluşturan kesme taşları, kubbe şeklindeki kapı ve pencereleri, kapalı ön sofaları, ahşap süslemeleri ve duvara gömülü banyoları kendine özgü nitelikleridir. Rum nüfusunun yaşadığı dönemde Saburhane’de kardeşçe, çok renkli ve yoğun bir sosyal hayat yaşanırmış. Özellikle yaz sıcağında meydandaki ulu çınarların gölgesinde oturulur, yayıkta dövülen soğuk ayranlar içilir, neşeli sohbetler yapılırmış. Rumlar arasında en yaygın meslek de meyhanecilikmiş, bugün hala gezilip görülebilen Rum Andon'un inşa ettiği, “Meyhane Boğazı” denilen hamamının bulunduğu sokakta sağlı-sollu yan yana meyhaneler bulunurmuş. Mezeler de Ada’lardan getirilirmiş. Rum ezgileri ve Sirtaki sesleri şen kahkahalara karışır, topyekün bu sesler de Saburhane’nin tam ortasından geçen dere üzerindeki taş köprüden bile duyulurmuş.
Andon’un Hamamı… Bir zamanlar Rumlar’ın kullandığı, kandiller, nalınlar, ibrikler, hamam tasları, havlular, sabunluklar vs. eşyalar şimdi göbek taşının üzerinde, canlı olarak sergilenmekte. Elinizle dokunabiliyorsunuz. Uzun zamandan beri kullanılmayan hamamın içi hala ıslak beden, sabun, köpük ve buhar kokuyor. Sanki hala kurnalardan su şakırtıları, içeridekilerin duvarlarda yankılanan konuşmaları kulağınıza kadar geliyor. Andon’un Hamamı hala sıcacık ve nemli… Rüya gibi… Adeta, açılan bir kapıdan iki asır öncesine geçiveriyorsunuz.
Her ne kadar bugünün rüzgârına teslim olmuşsak da insan Muğla'da geçmiş zamanların tadını alabiliyor, şehrin içinde saklı duran mukaddes iklimin pınarından beslenebiliyor. Dil, edebiyat, musiki gibi yaşadığımız şehirler de kültürümüzün temel taşlarından biri olduğundan şehirleri sadece göz ve akılla değil, “gönül” ile de gezmek, görmek ve keşfetmek gerekiyor. Bu yönüyle Muğla sahip olduğu tarihi, kültürel, tabii güzellik ve zenginlikleriyle gizli bir hazine misali, yarınlara gülümsüyor…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder